31 Ağustos 2009

HERKES TARAFINDAN SATILABİLİRSİNİZ

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmışlar. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü def edemez.

Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:

- "Ey insan, ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı,eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler. "Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır.

Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar. "Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın." "Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar.
"Bir dakika" diye seslenir kurt: "Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok. "Köylü şaşırır:

-"Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.""Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt. "Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım." Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormayave ona göre davranmaya karar verirler.Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar.
"Ne vefası" der kısrak,"Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu..."Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadâkatle hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur...

" Kurt köylüye döner:

-"İşte gördün"der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni "ye" diye cevap verir.Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. "Her şeyi anladım da" der tilki, "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?

" Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez,tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıcabağlar.Köylü eline bir taş alır ve beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner "Sana minnettârım, beni bu kurttan kurtardın" der.
Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: "Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..."


YORUM:::Kendinize dikkat edin her an herkes tarafından satılabilirsiniz.Bilmiyorum neden; hikâye bana çok gerçekçi geldi, ibret almak lazım. Dikkat etmek lazım. Bu devirde kimseye güvenmeyceksin.

ACELE KARAR VERMEYİN

Bir köyde ihtiyar bir adam varmış.. Çok fakirmiş ama dillere
destan bir beyaz atı yüzünden kral bile onu kıskanırmış.. Kral at için
ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya
yanaşmamış..

-'Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu
satar mı?' dermiş hep..

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına
toplanmış

-'Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları
belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.
Şimdi ne paran var, ne de atın' demişler..

İhtiyar:

-'Karar vermek için acele etmeyin. Sadece ´At kayıp´ deyin.
Çünkü gerçek bu..Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz
bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl
geleceğini kimse bilemez..'demiş.

Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün
geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler,
ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..

-'Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil
adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var..'

-'Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri
döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne
getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin
birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir
yürütebilirsiniz?..'

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama,
içlerinden

-'Bu herif sahiden bunamış..' diye geçirmişler..

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin
eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler
ihtiyara..

-'Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun
bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok..
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın' demişler..

İhtiyar:

-'Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele
etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz
karar. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez..'

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile
saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere
çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında
bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp
köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara
gelmişler..

-'Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç
değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler.
Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..'

-'Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler
bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler
askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu
sadece Allah biliyor.' demiş.

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış:

'Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız
kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar
vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi,
akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl
insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir
ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken
yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe
ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu
görürsünüz.'

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

Sanki öykü değil, Türkiye'nin son 50 yılı. Bu öyküyü yazan ya Türkiye'den esinlendi, ya da Türkiye'yi "Kırmızı İbikli Tavuk"a çevirenler bu öyküden esinlendiler. Yok bunun başka açıklaması...

Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:

"- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?"

Ördek cevaplamış:

"- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın."

Domuz oradan seslenmiş:

"- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım."

Fare hemen atlamış:

"- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin."

Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş:

"- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?"

Ördek:

"- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim" demiş.

Domuz:

"- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım" demiş.

Fare de:

"- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm " demiş. Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış, çalışmış.

Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş.

Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş.

Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:

"- Kahveleri satmama kim yardım edecek?

Ördek:

"- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin. "

Domuz:

"- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez."

Fare:

"- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım." Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım istemiş:

"- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?"

Ördek:

" -Ben yardım edemem, senin hiç paran yok."

Domuz:

"- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok."

Fare:

"- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim. Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.


***

Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı olarak okutulan
"The Little Red Hen" kitabı.

HAYATIN ANLAMI BAKIŞLARINDA GİZLİDİR

Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Ama aldığı cevaplarda ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş. Köy, kasaba, ülke dolaşmış. Bu arada zamanda durmuyor tabi ki... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona;

-Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar! İstersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir. " demişler.

Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor demiş... Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel...Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.

Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış evet demiş kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı? Adam şaşkın. Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...

Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzellikler büyülemiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama bahçe nasıldı diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş, ama kaşıkta hiç yağ kalmamış demiş ve eklemiş:

"Hayat senin bakışınla anlam kazanır; ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır... "

"Hayatının anlamı senin bakışlarında gizlidir"

HAYATINIZDAKİ FRENLERİN ANLAMI

Bir yolculuğa çıktığınızı düşünün.

Yıllardır hayalini kurduğunuz bir yolculuk olsun bu.

Sizin için çok değerli bir yolculuk.

Hele hayatınızda bu tip hayalleriniz pek gerçekleşmemişse değeri iki kat daha fazla artacak bir yolculuk düşünün.

Yanınızda hep olmasını istediğiniz o en sevdiğiniz veya hoşlandığınız insan.

Onunla gitmek istiyorsunuz bu yola ve ilk olarak dönüp soruyorsunuz.

"Tabii ki, seve seve" diyor.

Sizinle gelmek istiyor!!!

Seviniyor, içinizden "İşte sonunda bu kez olacak galiba" diyorsunuz.

İçinizi bir sevinç, bir umut kaplıyor, gözleriniz parlıyor, yola çıkıyorsunuz.

Konuşarak ilerliyorsunuz yol boyu. Birbirinizi daha yakından tanımaya başlıyorsunuz.

Küçük gülüşmeler, küçük tartışmalar, derken yol daha bir güzelleşiyor sanki.

Yol boyu çok güzel bir şekilde ilerlerken biraz ileride yanınızdaki insan frene basıyor.

Şaka zannediyor, yola devam ediyorsunuz.

Fakat bu hareket kafanızı bulandırıyor!

Tekrar yola devam ediyorsunuz. Kafanızda bir kaç soru işareti...

Sorulara cevap bulmayı bir kenara bırakıp ilerliyorsunuz.

Yine güzelleşiyor sohbet, güzelleşiyor yolculuk.

Biraz ileride yanınızdaki insan yine frene basıyor.

Bu kez sinirleniyorsunuz.

Bu hareketlere bir anlam veremiyorsunuz.

Araçtan inip biraz yürüyorsunuz. Neyse deyip, araca geri dönüyorsunuz.

Aklınızda binlerce soru işareti ve yanında "Acaba" lar...

"Biraz daha deneyelim" diyorsunuz.

Bu kez şüphe içinizi kemirmeye, sizi yiyip bitirmeye başlıyor.

"Yok canım " deyip kendinizi kandırmaya başlıyorsunuz.

Tekrar son bir güçle her şeyi bir yana bırakıyor ve ilerliyorsunuz.

Ama gülüşmeler değişmiş, sohbetlerin arasına soru işaretleri sıkışmaya başlamış bir kere.

Her şey yine yolunda gitmeye başlıyor.

Bir Oooohh çekiyor, rahatlıyorsunuz.

"Yanlış düşündüm herhalde" diyorsunuz.

Dediğiniz anda da birden çok ani bir şekilde sarsılarak duruyorsunuz.

Gözünüz hemen frene gidiyor. Fakat fren serbest, her şey normal.

Tam o sırada yanınıza dönüp bakıyorsunuz ki el freni çekilmiş!!

Düşünüyorsunuz.

Önce hiçbir anlam veremiyorsunuz.

Sonra anlıyorsunuz.

Aslında yanınızdaki insanın sizinle gitmek istemediği apaçık ortada.

Sizinle aslında istemeden gelmiş, bunun sonradan farkına varmış

Ama bir türlü size söyleyememiş.

Anlıyorsunuz her şeyi,frenlerin anlamını çözüyorsunuz!

"Kelimeleri kurup, geri dönelim, bu yol buraya kadar" demek bile size düşüyor.

Aracı çevirip başladığınız noktaya geri dönüyorsunuz.

Elinizde öfke, üzüntü, belki biraz gözyaşı ve bolca hayal kırıklığı.

Hala sorular var beyninizde.

En sonunda soruları da, o insanı da boş veriyorsunuz.

"O" nu kendi haline bırakıp "h

SİZ HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.

Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..

Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.

"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..

"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:


"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."

Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı;

"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.

Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..

"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..

"Ben de hayallerimi..".....

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor.

Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.

Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.

Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,

"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,

hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.

Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."


Hayal kurmak gerçekten de güzeldir. İnsanın hayallerini gerçekleştirebilmesi için kendine öz güveni olmalıdır. Tek yardımcısı yine kendisidir. Yapacağımız her işi nedense biz başkalarıyla paylaşmak isteriz ama karşımızdaki insan sen bunu yapamazsın diyip insanın şehvetini kırar. Bunun nedeni de büyük bir ihtimalle de kıskançlıktır.

KURBAĞANIN AZMİ

Bir gün kurbağalar kendi aralarında yüksek atlama yarışı düzenlemişler. Onlarca yarışmacı kurbağa kalenin önünde toplanmış, kalenin üstüne atlamak için birbirleriyle yarışacaklarmış.

Ve tabiki yüzlerce de izleyici kurbağa varmış. Yarışmacılar tüm güçleriyle zıplamaya başlamışlar. Dakikalarca zıplamışlar ama kalenin tepesine yaklaşamamışlar bile.
İzleyicilerden sesler yükselmeye başlamış
-"Aptallaaar! başaramayacaksınız! oraya asla zıplayamazsınız, boşuna uğraşıyorsunuz" Kurbağalar yavaş yavaş pes edip bırakmaya başlamışlar. Son dört kurbağa kalmış, ısrarla zıplıyorlarmış, seyircilerden de ısrarla yapamayacaklarına dair sesler yükseliyormuş.
Üç kurbağa daha pes etmiş, son kalan kurbağa zıplamaya devam etmiş. Saatlerce zıplamış ve en sonunda kalenin tepesine ulaşmayı başarmış. Kurbağaya nasıl başardığını sormuşlar, cevap vermemiş, saf saf bakmış. Çünkü kurbağa sağırmış ..

Kıssadan hisse: Bazı seslere sağır olmak başarıya ulaşmak için gereklidir.

BİR KÜÇÜK OĞLANCIK

Bir küçücük oğlancık bir gün okula başladı.
Pek mi pek akıllıydı.
Okulu da pek mi pek büyüktü.
Ama akıllı çocuk sınıfına dışarıdan kestirme bir yol buldu.
Buna çok sevindi.
Artık okul ona kocaman görünmüyordu.

Bir zaman sonra bir sabah
Dedi ki öğretmen
"Bugün resim yapacağız.."
"Ne güzel" diye düşündü çocuk.
Resim yapmayı çok severdi.
Her şeyin resmini yapardı:
Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler.
Mum boyalarını çıkardı ve çizmeye başladı.

Ama öğretmen "Durun" dedi, "Henüz başlamayın!"
Ve herkes hazır görünene dek bekledi.
"Şimdi" dedi öğretmen, "Çiçek çizmesini öğreneceğiz".
"Ne güzel" diye düşündü çocuk. Çiçek çizmeyi çok severdi.
Ve en güzellerini yapmaya başladı:
Pembe, mavi, kavuniçi mum boyalarıyla.

Ama öğretmen "Durun" dedi.
"Size nasıl çizileceğini göstereceğim".
Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizdi.
"İşte" dedi öğretmen. "Şimdi başlayabilirsiniz".
Küçük çocuk bir öğretmenin çiçeğine baktı
Sonra kendi çiçeğine.
Kendi çiçeğini daha çok sevdi
Ama bunu söyleyemedi.
Defterinde sayfayı çevirip
Öğretmeninki gibi çizdi
Kırmızı bir çiçek sapı yeşil...

Bir başka gün
Dedi ki öğretmen:
"Bugün çamurdan bir şeyler yapacağız".
"Ne güzel" diye düşündü çocuk.
Çamurla oynamayı çok severdi
Her şeyi yapabilirdi çamurla:
Yılanlar, kardan adamlar, filler,
Fareler, arabalar, kamyonlar.
Başladı çamuru yoğurmaya
Ama öğretmen "Durun" dedi, "Henüz başlamayın!"
Ve herkes hazır görünene kadar bekledi.
"Şimdi" dedi öğretmen, "Bir çanak yapmayı öğreneceğiz".
"Ne güzel" diye düşündü çocuk.
Çanak yapmayı çok severdi.
Ve başladı yapmaya
Boy boy, şekil şekil çanakları.
Ama öğretmen "Durun" dedi.
"Size nasıl yapılacağını göstereceğim".
Ve de gösterdi herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını.
"İşte" dedi öğretmen. "Şimdi başlayabilirsiniz".
Küçük çocuk bir öğretmenin çanağına baktı
Bir de kendi çanağına.
Kendi çanağını daha çok sevdi
Ama bunu söyleyemedi.
Çamur topağını yuvarlayıp yeniden
Yaptı öğretmeninki gibi derin bir çanak.

Ve çok geçmeden
Küçük çocuk
öğrendi beklemeyi, izlemeyi,
Ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı.
Ve çok geçmeden
Başladı kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya
Ama birdenbire
Taşınıverdiler başka bir eve,
Başka bir şehirde
Ve çocuk gitti başka bir okula.
Bu okul daha da büyüktü öbüründen.
Kestirme yolu da yoktu dışarıdan
Büyük basamakları çıkmak
Ve uzun koridorlardan geçmek gerekiyordu sınıfa kadar.

Ve daha ilk gün
Dedi ki öğretmen:
"Şimdi resim yapacağız".
"Ne güzel" diye içinden geçirdi çocuk.
Ve başladı beklemeye
Öğretmenin, ne yapmasını söylemesini beklemeye.
Ama öğretmen hiçbir şey söylemedi
başladı sınıfta dolaşmaya.
Küçük çocuğa gelince durup sordu:
"Resim yapmak istemiyor musun?"
"İstiyorum" dedi çocuk.
"Ama ne resmi yapacağız?"
"Ne resmi istersen" dedi öğretmen
"Nasıl çizmeliyim?" diye sordu çocuk
"Nasıl istersen" dedi öğretmen
"İstediğim renk mi?" diye sordu çocuk.
"İstediğin renk" dedi öğretmen,
"Eğer herkes aynı resmi yaparsa ve aynı renkleri kullanırsa
kimin neyi yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?"
"Bilmem", dedi çocuk.
Ve başladı çizmeye:
Kırmızı bir çiçek, sapı yeşil...

Derleyen: Zeynep ORAL

AYDINLIK

Bir bilge adam çölde öğrencileriyle otururken demişki;

"Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?

Tam olarak ne zaman karanlık başlar,ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

"Uzaktaki sürüye bakarım, "demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman
akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve

"Hocam"demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki
sabah başlamıştır."

Bilge adam uzun süre susmuş.
Öğrenciler meraklanmışlar ve,

"Siz ne düşünüyorsunuz hocam?"diye sormuşlar.

Bilge şöyle demiş;

"Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi , çirkin mi, siyah mı, beyaz mı
diye ayırmadan ona arkadaş diyebildiğimde ;

ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur,

AYDINLIK başlamıştır..."

YAŞLI ADAM

Yaşlı bir adam emekli olduktan sonra bir lisenin yanında küçük bir ev aldı. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama ders yılı başlayınca huzuru kaçtı.Okulların açıldığı ilk günden başlayarak öğrenciler, dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar, anlamsız sesler çıkararak bağırıp, çağrıyorlar, dayanılmaz gürültüler yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini anlayan yaşlı adam, bu işe bir son verebilmek için kurnazca bir çözüm buldu. Ertesi gün çocuklar öğrenciler okuldan çıkıp, yine dayanılmaz gürültüler yaparak evinin önünden geçerken yaşlı adam dışarı çıktı, onlara bir öneride bulundu.
“Siz hepiniz çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz” dedi.
“Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı biçimde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım. Siz bana gençliğimi anımsatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar veririm. Kabul mü?.”
Bu öneri çocukların çok hoşuna gitti. Her gün hem eğleniyorlar, hem bol bol gürültü yapıyorlar, hem de bir dolar para kazanı- yorlardı.
Bu durum bir hafta bu biçimde sürdükten sonra birgün yaşlı adam çocukları yine durdurdu ve onlara kısa bir açıklama yaptı:

“Çocuklar, yaşam pahalılığı, enflasyon beni de etkilemeye başladı” dedi. “Bugünden sonra size ancak elli sent verebileceğim. Beni anlayışla karşılayacağınızı umarım.”
Bu durumdan pek hoşlanmamaları na karşın çocuklar yaşlı adama anlayış gösterdiler ve günlük gürültülerini elli sent karşıladığında yapmayı kabul ettiler. Aradan birkaç gün daha geçtikten sonra yaşlı adam birgün çocukları yine durdurdu ve onlara bir durum açıklaması daha yapmak zorunda kaldığını bildirdi:

“Bakın, bizim emekli paralarını gününde ödemiyorlar” dedi.
“Durumum biraz sıkışık… Üzülerek söylüyorum ama yapabileceğim başka birşey yok… Bundan sonra size ancak yirmibeş sent verebileceğim… Tamam mı?.. Anlaştık mı?”

Yaşlı adamın bu son önerisi, çocukların hiç de hoşuna gitmedi. “Olanaksız bayım” dedi içlerinden biri. “Günde yirmibeş sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kusura bakmayın ama, biz işi bırakıyoruz.”

METRODAKİ KEMANCI

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

BEŞ ÖNEMLİ HAYAT DERSİ

Birinci Ders:
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en
iyi ögrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada
çakıldım kaldım. Son soru söyleydi :
'Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?'
Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri sılerken, hemen
hergün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falan
olmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki ! Son soruyu yanıtsız bırakıp
kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test
sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.
'Tabii, dahil' dedi, Hocamız...
'İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden
farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar
bunlar.
Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...'

Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...
Dorothy idi.

İkinci Ders :

Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran
bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen,
bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen
her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir
zenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden
değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım.
Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam
bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda...
'Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur
sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime
güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan
kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son
nefesini verdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin
yardım eden herkesi kutsasın...
En İyi Dileklerimle,
Bayan Nat King Cole.'

Üçüncü Ders :

Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk
pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:
'Çikolatalı pasta kaç para ?'
'50 Cent.'
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
'Pek... Dondurma Ne Kadar ?'
'35 Cent.' dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı
ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit
geçirebilirdi ki...
Çocuk parasını bir daha saydı ve
'Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?' dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu..

Dördüncü Ders :

Yolumuzdaki Engeller...

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya
koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye
gözlüyor... Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray
görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın
etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle
eleştirdi.

Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye
başladı. Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına
çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir
kesenin durduğunu gördü.
Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde...
'Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.' diyordu kral.
Köylü, bügün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
'Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.'

Beşinci Ders :

Önemli Olan Vermektir..

Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek
yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı
hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın
mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki
oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir
an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve 'Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı' dedi.
Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.
Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü
de giderek soluyordu...
Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu :
'Hemen mi öleceğim ?'
Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki
bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.
_________________
-Geçme namert köprüsünden, ko götürsün su seni. Yatma tilki gölgesinde ko yesin aslan seni

-Kör için altın da birdir cam da.
Sana bakan kör ise kendini camdan sanma

SEVGİNİN GÜCÜ

Mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların
gölgelerini cömertçe sunduğu, türlü türlü böceklerin,
çiçeklerin yaşadığı, insanoğlunun pek az uğradığı
ormanlardan birinde güzel bir göl vardı.
Suyu berrak mı berrak, serin mi serin... Gölün kıyısında
hayat bulmuş boynu bükük papatya, yanıbaşında
o eşsiz büyülü suyun içinde açmış olan, en az kendi
kadar yalnız görünen nilüfer çiçeğine sevdalanmıştı.
Onun görkemli görüntüsünü, saf, masum,
asaletli halini hayranlıkla seyrediyordu her gün.

Nilüfer çiçeği de kayıtsız değildi sevgili
papatyasına karşın. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar,
şarkılar söylüyorlardı birlikte. Yalnızlıklarını
unutuyorlardı şu koskoca orman içinde...

Tanrım, diyordu papatya içinden kimi kez.
Bu güzelliğin yanında benim yerim nedir ki?
O suyun içinde yaşar bense toprakta...
Elimi uzatsam tutamam bile onu... Oysa
öylesine istiyorum ki onun yanında olmayı...

- Ey güzel çiçeğim, ey benim nilüferim
seviyorum seni... Lâkin öylesine çaresizim ki...
Sana nasıl ulaşacağımı bile bilmiyorum...
Evet, orada olduğunu bilmek, sesini duymak,
güzelliğini görmek bile yetiyor bana ama
istiyorum ki elini tutayım, güzelliğine dokunayım.
Gel gör ki ben bir papatyayım, sen ise bir nilüfer...
Ayrı dünyalarda yaşayan iki ayrı çiçek...

Nilüfer, karşılıksız bırakmadı papatyanın sözlerini:
- Papatyaların en tatlısı, kemandan çıkan müzik aynı
ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır. Sen başkasın,
ben başkayım, sen ordasın, ben buradayım diye yerinme.
Gönül sesine kulak ver yalnız... Bir şeyi istiyorsan
yürekten iste....Sevgi, aşk, ne büründüğün kıyafeti,
ne makamı, ne mesafeleri ne de başka bir şeyi dinler...
Onun fermanı okunmaya başladımı her şey susar.
Her şey çaresiz kalır... Sevgi söz konusu olduğunda
kişi kendi dışındaki güçlerin insafına kalmaz.
Çünkü; kendisi de güçlü bir varlık haline gelir.
Ruhunun derinliklerinden gelen bu ezgi güçlenmeye
başladıkça kayıtsız kalamaz buna tüm evren...
Sen ki benim güzelliğime, aşkınla güzellik katmakta,
yalnızlığımı örtbas etmektesin. Benim ve kendinin
varolduğumu ispatlamaktasın dünyaya.

Şimdi kapat gözlerini sımsıkı...
Sıyrıl tüm düşüncelerinden...
Yalnızca ama yalnızca beni düşle...
Yanımda olduğunu, gölün sularında
elimi tuttuğunu hayal et... İste beni...
Göreceksin ki sevginin aşamayacağı engel yoktur!

Papatya, nilüferin dediğini yaptı. Yalnızca ama
yalnızca onun hayalini doldurdu tüm benliğine.
Kendini güzeller güzeli çiçeğinin
yanında farzetti. İstedi... İstedi...

- Aç gözlerini!, dedi nilüfer.
Papatya şaşkınlık içindeydi gözlerini açtığında.
Sevgili çiçeğinin yanında,
gölün suları içinde bir nilüfer çiçeğiydi artık o da...
Sevmek...
İstemek...
Hayal etmek...
İnanmak...

Olmayacak şey yoktur!
Eğer ki; bu duygulara sahipseniz! ! !
zaman zaman bizler de yapmaz mıyız bunu! Okuyan herkes 5 dk.gözlerini kapasın Ve düşünsün...

_________________

İKİ FİNCAN KAHVE

Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat
kısa gelmeye başlarsa, o zaman mayonez kavanozu ve 2 fincan kahveyi hatırlayınız!

Bir gün bir profesör, masasının üzerinde bir kaç kutu olduğu halde
felsefe dersindedir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne
büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve içerisini tenis topları ile
doldurur.Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler ittifakla kavonozun dolduğunu ifade ederler. Bu sefer profesör
önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak
kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının
aralarındaki boşlukları doldurur.Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup
dolmadığını sorar.
Onlar da "evet" doldu derler. Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer
kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Taa ki
kumlarda çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.Ve tekrar öğrencilere
kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler de koro halinde "evet" derler. Bu sefer profesör masanın
altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de
kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek "evet" diyerek; ben "Bu
kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalistim; der.

Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz,
ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve
sizin için önemli olan şeylerdir.Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli
şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şşieylerdir;
işiniz, eviniz arabanız vs.
Kum ise diğer ufak tefekş eylerdir."Şayet kavanoza önce kumu biraz doldurursanız..." diye, anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve
özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak
tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit
kalmayacaktır.

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğ eçıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur.
Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırı ve sorar; "Pekiyi, o iki fincan
kahve nedir?"
-Profesör gülerek: "Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatiniz ne kadar dolu
olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve
içecek kadar vakit ayırın!"

ÖĞRENDİMKİ

Yıllar sonra öğrendim ki……

Öğrendim ki......

Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.

Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,

Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki……

Güveni geliştirmek yıllar alıyor,

Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki......

Hayatında nelere sahip olduğun değil

Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki……

Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün

Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki……

Kendini en iyilerle kıyaslamak değil

Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki……

İnsanların başına ne geldiği değil

O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki……

Ne kadar küçük dilimlersen dilimle

Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki……

Olmak istediğim insan olabilmem

Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki……

Karşılık vermek

Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki……

Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek

Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki……

‘Bittim’ dediğin andan itibaren

Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki……

Sen tepkileri kontrol edemezsen

Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki……

Kahraman dediğimiz insanlar

Bir şey yapılması gerektiğinde

Yapılması gerekeni

Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki……

Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki……

Bazı insanlar sizi çok seviyor

Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki……

Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz

Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki……

Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki……

En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki……

Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları

Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki……

İki insan aynı şeye bakıp

Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki……

Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi var.

Öğrendim ki……

Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar

Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki……

Hiç tanımadığın insanlar,

İki saat içinde,

Senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki……

Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki……

Duvarda asılı diplomalar

İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki……

Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa,anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki……

Karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki……

Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.

Gerçek aşkların da !

Öğrendim ki……

Tecrubenin kaç yaş günü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,

Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki……

Aile hep insanın yanında olmuyor.

Akrabanız olmayan insanlardan ilgi,sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.

Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki……

Ne kadar yakın olursa olsunlar

En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.

Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki……

Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.

Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki……

Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın

Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki……

Şartlar ve olaylar,

Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.

Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki……

İki kişi münakaşa ediyorsa,

Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.

Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki……

Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.

Ve problem,fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki……

Sevgiyi çabuk kaybediyorsun,pişmanlığın uzun yıllar alıyor.

ATAOL BEHRAMOĞLU

KIZLAR VE EVLİLİK:):):)

Kadınların gidip kendilerine erkek (koca) seçebilecekleri
bir erkek dükkanı (mağazası) açılmıstır. Mağaza 5
katlıdır ve her kat çıkıldıkça,

erkeklerin nitelikleri de
yükselmektedir.

Mağazada sadece tek bir kural geçerlidir:

Herhangi bir katın kapısından iceri giren kadın,

o kattan alış-veriş etmek zorundadır ve

eğer bir üst kata çıkmak isterse, tekrar aşağı katlara inemez.

Bir gün bir grup kız arkadaş, kendilerine erkek
seçmek için mağazaya gider.

Ve....

1. KAT'ın kapısında şunlar yazılıdır: "Bu kattaki erkeklerin
çalışacak bir işleri var ve çocukları da severler". Kızlar

yazılanları okur ve şöyle derler:

"Eh, hiç yoktan iyidir ama bir de üst kata bakalım".

2. KAT'ın kapısında yazılanlar:

"Buradaki erkeklerin iyi bir işleri
var,çocukları severler ve son derece yakışıklıdırlar."


Kızlar:
-"Hmmm, hiç fena değil ama acaba bir üst katta ne var?"

3. KAT : "Buradaki erkeklerin çok iyi birer işleri var
çocukları
severler, son derece yakışıklıdırlar ve ev işlerine de
yardım ederler". Kızlar:
-"Aman Tanrım, çok etkileyici ama yukarıda başka katlar da var."


4. KAT : "Buradaki erkeklerin işleri çok iyi,
çocukları çok severler, gayet yakışıklı olup,

ev işlerine yardım ederler ve ayrıca
son derece romantiktirler". Kızlar çığlık atmaya başlarlar:
-"İnanılmaz, bir üst katta
bizi neyin beklediğini bir düşünün!"

Ve bir kat daha çıkarlar...


5. KAT'ın kapısında şunlar yazmaktadır:

"Bu kat boştur ve sadece,
kadınları memnun etmenin mümkün olmadığını kanıtlamak için
konmuştur.
Çıkış soldadır; umarız inerken
merdivenlerden yuvarlanırsınız

ÇATLAK TESTİ

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın
iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine..

Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış...
Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış eve
her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu
suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve..
Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı boş yarı dolu olarak varırmış.
İki sene her gün bu şekilde geçmiş.
Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama
evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...
Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini
mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş...
Fakat zavallı çatlağı
olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun
sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok
üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün, görevini
yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında
adama şöyle demiş:"Kendimden utanıyorum.
Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar
akıp gidiyor..
" Adam gülümseyerek dönmüş testiye:
- "Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı
çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında
hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu,
çatlağını biliyordum.. Senin tarafına çiçek
tohumları ektim. Ve hergün o yolda ben su taşırken,
sen onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri
toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın,
o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve
zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş.

Öyküden alacağımız ders: Her birimizin kendine has
kusurları vardır. Hepimiz birer çatlak testiyiz..
Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır
hayatlarımızı ilginç yapan, mükafatlandıran,
renklendiren..Etrafınızdaki her kişiyi, oldukları
gibi kabullenin..Dışlarındaki kusurları değil,
içlerindeki güzellikleri görün...

Yıllar önce Dale Carnegie demişti ki: "'Herkese portakal gelirken,
niye bana ekşi limon geldi?' diyeceğinize,
limonunuzla limonata yaparak herkesten farklılığı yaşayın..."

FIKRA

Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar .

Juan, "Yalnızca kum" diye yanıt verince polis, "Aç bakalım çantaları" der.

Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka birşey bulamaz çantada. Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka birşey yoktur.
Çaresiz polis, çantalarını Juan'a iade ederr ve sınırdan geçmesine izin verir.

Ertesi gün, Juan Motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda
belirir. Aynı polis Juan'ı yine durdurur. Didik didik arar, birşey bulamaz ve Juan'ı serbest bırakmak zorunda kalır.

Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder.Bir gün emekli polis Meksika'da bir barda otururken Juan'ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;

"Senin yıllardır birşeyler kaçırdığından eminim. Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Hala düşünüyorum ve inan bana çıldıracağım. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağından emin olabilirsin."

Juan gülümseyerek yanıtlar, "Motosiklet"

DETAYLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ KAÇIRMAYALIM !
------------------------------------------------------------------------------------

GAZLI İÇECEKLER ALKOL KADAR TEHLİKELİ

İsveç'te yapılan bir araştırma; gazlı ve şekerli içeceklerin karaciğere alkol kadar zarar verdiğini ortaya çıkardı.

İsveç'te yapılan bir araştırma; gazlı ve şekerli içeceklerin karaciğere alkol kadar zarar verdiğini ortaya çıkardı.

Linköping Üniversitesi Hastanesi Karaciğer Hastalıkları Uzmanı Stergios Kechagias, içeceklerde bulunan früktozun karaciğer yağlanmasına neden olduğunu ve bunun da siroz ve kansere yol açtığını söyledi. Kechagias, gazlı ve şekerli içeceklerin yanı sıra meyve şekerleri ile tatlandırılmış meyve suları ve enerji içeceklerinin de siroz hastalığı riskini yüzde 10 oranında artırdığını açıkladı. İçeceklerde şeker yerine kullanılan mısır şurubu, früktoz ve kimyasal tatlandırıcıların karaciğere alkolün verdiği kadar zarar verdiği belirtildi.

Gazlı içeceklerin obezite, diyabet, diş çürümesi, kemik sorunları, beslenme bozuklukları, kalp hastalığı, gıda bağımlılığı ve nörolojik sorunlar gibi rahatsızlıklara da yol açtığı ifade edildi. Vücuttaki yüksek asit oranının en çok diş ve kemiklere zarar verdiğini belirten İsveçli uzmanlar, diş problemlerinin dolaşım ve sindirim sistemlerindeki birçok sorunun kaynağı olduğunu kaydetti.
internethaber.com

30 Ağustos 2009

NİÇİN SU İÇMELİYİZ?

"Her gün 8 bardak, 10 bardak ve hatta daha fazla su için" sözlerini her zaman her yerde duy Peki neden bu kadar su içmeliyiz? Yeteri kadar su içmezsek ne olur?

Vücudumuzun üçte ikisinin sudan oluştuğunu söyleyen Amerikan Ulusal Tıp Kütüphanesi yetkilileri, suyun vücudu yağladığını, tükürük oluşturmaya, vücudu sağlıklı bir sıcaklıkta tutmaya ve kabızlığı önlemeye yardımcı olduğunu belirtti.

Vücut, yediğimiz ve içtiklerimizden suyu metabolizmanın yan ürünü olarak temin ediyor.

Sade su içmek, şüphesiz en iyi seçenektir. Meyve suyu, süt ve çorba gibi içecekler bir miktar su sağlarken, kafeinli içecekler ve alkol ise idrar söktürü olduğu için vücudumuzdan sıvıyı atar, bu nedenle bu içecekler tercih edilmez.

Günde en az 150-250 gram su içilmesini öneren yetkililer, yeterince su içilmediği takdirde dehidrasyon oluşabileceğini, bunun da hayatınızı tehlikeye atacak boyutlara ulaşabileceğini belirtiyorlar.

zaman

HAKKIMDAKİ HER ŞEY

Yıllardır okuduğum kitap, dergi, gazete vs.lerden not aldığım özlü sözleri, fıkraları, elektronik postama gelen eğitici ve öğretici kıssadan hisse paylaşımları, bazen ağlatan, bazen güldüren, bazen ders veren öyküleri, sağlıklı yaşam önerilerini hayata dair herşeyi blogumda sizlerle paylaşmak istedim.

Amacım öğrenmek, daha fazla öğrenmek, öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak, eğlenmek, eğlendirmek, güzel ve zevkli vakit geçirmek.

Burçlarla ilgim hiç yoktur -"ikizler burcu"nun bildiğim tek özelliği öğrenmeye sonsuz meraklıdır- bu özelliği çok iyi taşıdığım kesin.

Doğa aşığıyım saatlerce doğa belgesellerini izlemekten sıkılmam. Bunda adımın çiçek olmasının ve mesleğimin de etkisi vardır.

Sıkı bir lakto vejeteryanım. "Et, tavuk, balık ve yumurta yemeyen ama süt ve süt ürünlerini tüketen vejeteryanlar" Hayvan sevgim vejeteryan olmamı sağladı.


Klasik Türk Müziği ve eski nostaljik şarkıları dinlerim. Alpay, İlhan İREM, Ajda PEKKAN, Erol EVGİN, Yıldırım GÜRSES... hayranıyım.

Bloguma yapacağınız eleştiri ve yorumlar benim için önemlidir. Bu sayede eksiklerimi görür, düzeltirim. Eleştiriye çok açık olmadığım söylenir ama işin aslı öyle değil. (Lütfen blogumu eleştirip, yorumlarken bunu dikkate almayın çünkü beni değil blogumu eleştiriyorsunuz) Eleştirileriniz doğrultusunda blogumu yönlendiririm ve mutlaka dikkate alırım.

Eleştiri konusunda hayat felsefem: Karşımdakinin beni eleştirmesi için beni çok iyi ve içten tanıması, beni gerçekten sevdiğine inanmam lazım. Aksi takdirde eleştiriye kapalıyımdır karşımdaki insan arkadaşım, dostum aile bireyim beni çok iyi tanıyorsa ve sevdiğinden şüphem yoksa çok acımasız eleştirebilirler ve eleştirirler de ...

İnsanlarla iletişimim güçlüdür -en azından ben böyle düşünüyorum.- Çünkü insanları hatalarıyla kabul ederim zaten hatasız insan olduğuna inanmayanlardanım ben dahil. Bu konuda hayat felsefem Mevlana'nın "Hatasız dost arayan dostsuz kalır" sözüdür. Orhan Gencebay'da bir şarkısında "Hatasız kul olmaz" sözüyle arkadaşlık ve dostluk felsefemi çok iyi tanımlamış.

Fazla duygusalım değişmeyi denedim bu özelliğimden vazgeçemeyeceğimi anlayınca vazgeçtim. Zaten duygusal olmak da insan olmanın bir erdemi.

İNTERNET İLETİŞİM KOPUKLUĞU YAPIYOR MU?

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN ZORUNLU OLMASI DOĞRU BİR UYGULAMA MI?

MEDYANIN KÜLTÜR YOZLAŞMASI YAPTIĞINA İNANIYOR MUSUNUZ?

CANIM EDİZ UFUK'UM

CANIM EDİZ UFUK'UM
Hayatımın Anlamı

Blog Listem

CANIMIN İÇİ

CANIMIN İÇİ

Üniversite giriş sınavının tekrar iki basamaklı sınav olması sizce:

Okul öncesi yaştaki çocuklara bilgisayar sizce yararlı mı, zararlı mı?

CANLARIM

CANLARIM
HAYATIMA ANLAM VERENLER

Bu Blogda Ara

Ahh! Kalbim

Ahh! Kalbim
Powered By Blogger

İzleyiciler

Blog Arşivi

HAKKIMDA

Fotoğrafım
AĞRI, Türkiye
Klasik ikizler burcuyum. Yeni şeyler öğrenmeye, yeni yerler görmeye meraklıyım. Doğa tukunuyum.Kendimle barışık bir insanım bu konuda hayat felsefem Tevfik Fikret'in " Hak bildiğin yolda yalnız da olsa yürüyeceksin ve "çoğunluğun doğru demesi benim bu sonucu doğru dememi gerektirmez" sözüdür." İnsanlarla iletişimim güçlüdür ama hemen dost olmam. Çünkü dostluk "sevgi, saygı, güven, özveri ve sadakat üzerine kuruludur.İnsanları hatalarıyla kabul ederim şimdiye kadar hiç hatasız arkadaş aramadım. Zaten kusursuz insan olduğuna da inanmam. Mevlana'nın "Hatasız dost arayan, dostsuz kalır" ve Orhan GENCEBAY'ın bir şarkısında söylediği "Hatasız kul olmaz" sözünü dostluk felsefem olarak belirledim. Fazla modern görünmeme rağmen yeniliklere zor adapte olurum. Eski alışkanlıklarımı değiştirmek, onlardan vazgeçmek zor gelir bana.Benim için önemli olan bir şeyi benim beğenmemdir başkalarının ne dediğini fazla umursamam hatta hiç umursamam. Beğenmediğim tek yönüm hayattaki güçlüklerin beni çabuk pes ettirmesi, olumsuz duygular yüklemesi ve bu duygulardan zor kurtulmam. Değişmeyi çok denedim ama şimdiye kadar başaramadım. Bundan sonrası içinde haydi hayırlısı...Lakto vejeteryanım.